1 Temmuz 2016 Cuma

Cumhurbaşkanlığı makamını isitismar etmek

Cemil Barlas adında biri var. Kim olduğunu, ne işe yaradığını ve ne ürettiğini bilmiyorum. Vardır ortaya koyduğu şeyler belki ama dediğim gibi ben bilmiyorum.

Cemil Barlas, İHH hakkında kendi deyimine göre "eleştiri" olan ama aslında doğrudan saldırı ve iftira niteliğinde bir mesaj yazdı. Yazdıkları eleştiri değildi. Bir hata tespiti ve gördüğü hataya dair bir öneri yoktu yani. Son zamanlarda takındığı "ben Cumhurbaşkanına yakınım istediğimi söylerim" olarak tarif edilebilecek tuhaf tavrıyla aklı sıra kulak çekti.

Herkes gibi Cemil'e Bayraktar'da, Cemil Barlas'ın bu tuhaf tavırla İHH hakkındaki tuhaf mesajına tepki gösterdi. Cemil Barlas, Cemil'e Bayraktar'a cevap verdi.

"Ben Cumhurbaşkanına yakınım istediğimi söylerim" pervasızlığı ile cinsiyetçi, saldırgan ve edepsiz bir mesaj yazdı. Bu saldırgan mesaja tepkiler gelmeye başlayınca konuyu kendi üzerinden savurup lafı Cumhurbaşkanlığına getirdi.

"bu sebeple erdoğana yakın olduğunu düşündükleri kişilere itibar suikasti yapıyorlar.. fikirleri gibi seçtikleri kişiler de yanlış."
https://twitter.com/secondvirus/status/748719094732554240

Cemile Bayraktar'a yapılan terbiyesilik mesle değilmiş yani. Mesele Cemil Barlas'ın Erdoğan'a yakın olmasıymış.

Epesizliği yapan Cemil Barlas ama muhatap Erdoğan.
Cinsiyetçi saldırganlığı yapan Cemil Barlas ama muhatap Erdoğan.
Pervasızlığı yapan Cemil Barlas ama muhatap Erdoğan.

Yekten söyleyelim "Bu savunma formulü bir palavradan ibaret" Cemil Barlas Cumhurbaşkanı adına konuşmuyor. Yakaldığı bu rüzgar ancak sosyal medyada yelken şişirebilir. Bu palavranın beni ilgilendiren kısmı ise, kabaca "fırsatçılık" olarak değerlendirilemeyecek kadar tehlikeli bir tarafı olması. Çünkü bu savunma, aynı zamanda Cumhurbaşkanlığı makamının istismar edilmesidir. Olmayan hayali bir yakınlıkla Cumhurbaşkanının asla tasvip etmeyeceği hal tavırları ona mal ederek kendini korumaya almak doğrudan Cumhurbaşkanlığı makamına hakaret etmektir.

"Ben Cumhurbaşkanına yakınım, istediğimi söylerim beni eleştirirseniz Cumhurbaşkanını eleştirmiş sayılırsınız" diye Erdoğan'ın adını kullanarak tehdit etmek, her kötü olayı Erdoğan'a bağlayan akıl hastalarıyla aynı safta olmaktır.

Özel not: Cemil Barlas o ettiği lafları kız kardeşinize ettiğini düşünün. Bu mesele siyasi fikri ayrılık falan değildir namus meselesidir. Cemil Barlas, hem Cemil'e hanıma söylediği sözlerden hem de yaptığı hatayı örtmek için Cumhurbaşkanını alet etmesinden dolayı açıkça özür dilemelidir.

24 Ağustos 2014 Pazar

KADINLARA ÖZEL PLAJ

Kadınlara özel plaj dünyanın her yerinde vardır. İsteyen kadın,  kadınlara özel plaja, 
isteyen kadın da karma plaja gider.
Bu özgürlüktür.
Bu seçme hakkıdır.
Bu kadına ayrıcalık tanımaktır.
Bu kadına saygı duymaktır.
Çağdaşlık diye uyduruk bir tekerleme ile erkeklerin olduğun yerde soyunacaksınız diye kadınları zorlamak faşistliktir. Orta çağ öncesinden kalmış bu ilkel hastalığı modernlik diye yutturmaya kalkamayın tedavi olun.
Kadınlar erkeklerle birlikte denize girmekten hoşlanabilir bu onların özgürlüğüdür ve kimse onlara, burada erkekler var soyunamazsınız diyemez. Başka kadınlarda erkeklerin olduğu yerde elbiselerini çıkartmaktan rahatsız olabilir ve kadınlara özel plajlarda yüzmek isteyebilir işte bu da onların özgürlüğüdür. Bu sistem ruh sağlığı, akıl sağlığı yerinde olan bütün insanlar için normaldir. Akıl sağlığı bozulmuş küçük bir grubun bütün kadınlara, hayır sizde geleceksiniz ve hep birlikte erkeklerin yanında soyunacağız diye zorlaması en kibar ifadesiyle akıl hastalığıdır.
Tekrar ediyorum, insanları rahatsız etmeyin gidin tedavi olun. 

8 Temmuz 2014 Salı

SİZE KİM NE YAPTI BÖYLE?


Bir Amerikalı Müslümanla 2004 yılında yapılmış Sohbetin bir bölümü.

Şöhret afettir. Özellikle benim gibi zayıf bir Müslüman için yıkıcı etkileri olmasından çok korkuyorum. Bu sebeple bu sohbetimizi aktarırken hatalarımı yaymamayın ve adımı yazmayınız.
Illinois’liyim, ama Springfield’liyimdir Chicago’lu değil yani. (Gülüyor) Şehirde bir Türk tanıyordum. Suphanallah Allah ondan razı olsun, sonradan kendisinin Nakşi olduğu olduğunu öğrendiğim bu Türk masallarda örnek olsun diye anlatılan hayali adamlar gibiydi. Sabırlıydı, hep güler yüzlüydü. Parasını paylaşıyordu ki bu şüphelenmek için yeterli bir sebepti. Yiyecek paylaşırdı ve sen nasıl oluyor da hep mutlusun be adam soruları soruluyordu bu Türk’e. Hidayetime vesile olan Allah ondan razı olsun bu Türk kardeşimdi.

Müslüman olduktan sonra karımın da Müslüman olması için çok dua ediyordum. Çünkü ona aşıktım ve kafir olarak ölme ihtimali beni çok korkutuyordu. Sabırla kendi görmesi gerektiği konusunda aldığım nasihatlere uyarak onu hiç zorlamadım. Zaman geçtikçe korkularım artmıştı çünkü her an ölebilirdik. Hidayet için Allah’a yalvarıyordum. Birlikte namaz kılacağımız, Resulullah Aleyhissalatu vesselamın hayatını okurken beraber ağlayacağımız anları hayal ediyordum. Turist olarak Türkiye ye gidip orada milyonlarca Türkün arasına girme fikri geldi aklıma. Oradaki herkesin aynı olacağına şüphesiz inanıyordum çünkü genelleme bir Springfield geleneğidir. (Gülüyor)

Türkiye ye gitme fikri iyi bir fikirdi çünkü aynı zamanda İstanbul demek dünyadaki bütün Müslümanların umudu demekti. Her şey kötüye gittiğinde İstanbul’daki kahramanların dünyayı Müslümanlar için daha iyi bir yer halime getirme konusunda yaptıklarını neredeyse sahabeler kadar yoğun fedakarlıklardı çünkü.
Her neyse İstanbul’a vardığımızda uçakta başlayan hayal kırıklığı hava alanında doruğa çıktı. Çünkü ben imrendiğim Müslümanları beklerken karşıma Avrupalılara özenen ucubeler çıktı. Ucube lafı için Türkler bana hakkını helal etsin hakaret etmek için söylemiyorum. Karmakarışık kafaları, arada kalmış hayat tarzları ve bize benzemek için İslam’a yaptıkları beni çok üzmüştü. Günler geçtikçe Türkiye de İslam’ın aileden miras kalmış çarpık geleneklerden oluştuğunu görünce umudumu yitirmiştim.  Bunu anlamanızı beklemiyorum aslında çünkü gerçek anlamada bir İstanbullunun Türkiye dışındaki bir Müslümanın hislerini anlaması biraz zor. Biz dışarıdayken Türkiye üzerinden hayal kurarız. Resmi evraklarda Türkiye yazılması kağıt işlerdir diye düşünür ve duygusal anlamda Osmanlının varlığını hissedip cesur davranırız. Bunun böyle olmadığını görünce doktorun, kansersiniz ve yakında öleceksiniz dediği andaki gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Zamanla Ortadoğulu Müslümanların Türkiye için aman canım onlarda Müslüman mı laflarını kıskançlıktan değil de bir şeyler bilerek söylediklerini anlamaya başladım.


Her neyse karımı başka Müslüman kadınlarla tanıştırıp kocalarıyla birlikte nasıl namaz kıldıklarını duymasının iyi geleceğini düşünüyordum. Türkiye diye bir ülkenin artık İslam'ın umudu olmadığını ve fazla kafaya takmadan kendi başımızın çaresine bakmamız gerektiğini tamda bu günlerde anlamıştım. Çünkü öğrendim ki Türkiye de kimse kocasıyla beraber namaz kılmıyormuş. Hatta 5 vakit düzenli namaz kılma konusu uzun yıllardır ciddiye alınmıyormuş. Düşünebiliyor musunuz ikisi de Müslüman ama şu ana kadar evde yan yana hiç namaz kılıp birlikte ağlayarak tevbe etmemişler. Suphanallah size kim ne yaptı böyle?
2004 / Sultanahmet

Söz edilen Türk, 28 Şubat hainlerinin zulmünden Amerika'ya kaçan Bülent hocamızı rahmetle anıyorum.

29 Mart 2014 Cumartesi

NİYE AK PARTİ?

Kendini halktan üstün gören ayrıcalıklı üstünlere, egemenlere artık düşün yakamızdan diyebilmek için;
Bir kez daha Ak Parti.

Güzel hiçbir söylemleri yok. Hayalleri yok. Umutları yok. Varsa yoksa kan, kaos, isyan ve istikrarsızlık. Sürekli intikam almaktan söz ediyorlar. Daha düne kadar birbirinin etini yiyerek beslenen seküleristlerle Fetullahçılar pis kokulu karanlık inlerinde birbirlerine sarılmışlar başbakan ölsün diye dünyanın bütün putlarına yalvararak ayinler düzenliyorlar. Sadece bu bile tek başına Erdoğan'ın bütün zeminlerinde haklı olduğunun ispatıdır.

Vatikan, İsrail, Esed, CHP, Fetullah Gülen, Sol örgütler, Ulusalcılar, Küresel Sermaye, Irkçılar, Hazcılar, Elit Cumhuriyet şövalyeleri derken insanlık tarihinin en mide bulandırıcı, en ucube ittifakının saldırdığı bir devlet adamı arkasında durulması gereken kahramandır.

Anadolu en son Abdülhamit Han’a karşı yaptığı hatanın bedelini çok acılar çekerek ödedi. İslam dünyası karışıklığa, istikrasızlığa sürüklendi. Tarih tekerrür etmez, hatalar tekerrür eder.
Anadolu aynı hatayı bir kez daha yapmayacak.

Ben daha dindarım!
Ben Cumhuriyetin sahibiyim!
En has Kemalist benim yetkiyi Atatürk’ten alıyorum!
Ben yetkiyi Hz. Muhammed’den aldım, ülkeyi bize emanet etti!
Ben en vatanseverim!
Gerçek yurtsever benim!
Ben devrimciyim!
Ben de uzaylıyım…

Diyerek aramızda dolaşan, kendini ülkenin sahibi sanan aşırı angaje olmuş bu akıl hastalarının geleceğimizi gasp etmelerini engellemek için.

Oyla yönetime gelme ümidini yitirmiş saldırgan şizofrenlerin sokakları yangın yerine çevirmelerine dur diyebilmek için.

Pensilvanya’dan aldığı emirlerle gözünü kırpmadan kendi ülkesine saldıran haşhaşi suikastçıların ülkenin bağırsaklarından temizlenebilmesi için.

En iyi Kürt ölü Kürt’dür diyen ulusalcı teröristlerin ülkeyi kan gölüne çevirmelerine engel olmak için.

Kendinden başka herkesi aşağılayan, ayırımcı, üstten bakan diktatör solcuların eline fırsat vermemek için.

İstikrardan, mali disiplinden, kalkınmadan ve büyümeden rahatsız olan taşeron sermayenin yurdun damarlarını emen kanlı ağızlarından kurtulabilmek için.

Lüks semtlerdeki meyhane masalarından taşradaki gençlerin ölümü üzerine egemenlik planlayan elitistlerin kâbus planlarını çöpe atabilmek için.

Her hizmete karşı, her gelişmeye muhalif, her güzelliğe düşman olan taş üstüne taş koymaktan aciz, kin dolu kronik muhaliflerin zararlarından korunmak için.

Egemenliğin;
elitlerin değil, cemaatin değil, vesayetçilerin değil, ordunun değil,  kendini devlet zanneden akıl hastalarının değil, İsrail’in değil, sermayenin değil, sadece ve sadece milletin olduğunu gösterebilmek için Ak Parti.
Hatalı bile olsa milli olan, bizim olan, hep birlikte hepimizin olan bir devlet için Ak Parti.

8 Ocak 2014 Çarşamba

KİTABIN ORTASI

Bu ayın ilk haftası Sky360 kanalında bir TV Programı yayına başladı.

Adı Kitabın Ortası.

Hakan Albayrak ve Eyüp Gökhan Özekin birlikte sunuyorlar. İlk bakışta bildiğimiz Tv programı. İki idealist gazeteci birikimlerini ortaya koyup kendi açılarından siyasi gündemi ve gelişmeleri değerlendiriyor ve günün sonuna bir yorum daha ekliyorlar diğerleri gibi.

Reyting canavarı ile mindere çıkmak diye bilinir TV ye iş yapmak. Doğruluğu kesinleşmiş gibi kimsenin tartışmadığı ucube kuralları vardır o stüdyoların. Dengeler efendime söyleyeyim gözetilmesi gereken çıkarlar yerlere göklere sığdırılamayan kurumsal prensipler etikler derken say babam say bitmeyen saçmalıklar üstü üste konulur ve buna ‘‘profesyonellik’’ denir,  saçmalıkları en iyi uygulayanlara da ‘‘usta’’.  Aslında işin ucunda para vardır. Reklam vereni kaçırma korkusu bu işin putudur ve kalan herkes adı denge olan o putu saklamak için uydurduğu kuralların geçerliliği kadar ustadır.

Sadece Türkiye’nin değil sınırları aşmış bir şöhretle putlara karşı acımasızlığı ile tanınmış iki güzel adam 9 Ocak 2014 Çarşamba akşamı Saatler 21:30 u gösterirken Sky360 kanalında bir putu daha yere çarpıp paramparça ettiler. Reyting, Rekabet, Ustalık vb. değişken adı olan ‘‘Denge’’ putunun gözünün yaşına bakmadılar. Benim payıma tekrarını izlerken utanmak düştü sadece. Bilenler bilir de bilmeyenler için bir parantez açalım. TV de reyting hele ki rekabet en üst düzeydedir. Kendi içinde bile rakiptirler. En eski dostlar gülerek selamlaşırlar ama reyting listelerine bakınca birbirleri hakkında demediklerini bırakmazlar. Cenahı falan olmaz o dönen ayak oyunlarının ayrıca. Sekülerist, Muhafazakâr, apolitik, solcu, sağcı, liberal, hedonist, konformist, oportünist hepsi rekabet konusunda aynı tepkileri verir buna da iş derler.

Peki ne oldu bu akşam saat 21:30 da Sky360 kanalında?

İki TV programcısı programlarını açarken başka kanalın o saatte yayınlanan, o dünyanın tabiriyle karşılarındaki programa selam verdiler. İnşallah sıkılmazasınız ama sıkılarsanız şu kanalda şu programı da izleyebilirsiniz dediler. Bu Türkiye TV tarihinde bir ilktir dostlar. Zamanla iletişim ders kitaplarına girmesi gereken bu devrimci hareket kesinlikle ince ince işlenmeli ve hatırlatılmalıdır.

Yakın siyasi tarih, gazetecilik, İslam coğrafyası, edebiyat ve küresel siyaset hakkında derinlikli bilgileri olan ve keskin analizleriyle çoğunlukla tartışmaları bitiren son noktayı söyleyen Hakan Albayrak tan faydalanmak başlı başına büyük bir kazanım. Yanında, ajandasız, sivil ve angaje olamamanın dayanılmaz hafifliği ile bu havzanın en naif tespitlerini yapan Eyüp Gökhan Özekin de olunca Çarşambaları bir ufuk turuna çıkmak isteyenler için SKY Türk te büyük bir fırsat var artık hepimiz için.

Bitirmeden önce; İnsanların ne söylediklerini dinleyin ama yaptıklarını dikkate alın diyen Kant’ın ne kadar haklı olduğunu bir kez daha gördük. Sözün özü Kitabın ortasından girdiler hayatımıza. 




11 Aralık 2013 Çarşamba

ADLİYE KORİDORU BEDDUALARI

Ne Dershaneymiş arkadaş!

Son zamanlarda muhafazakârı, cemaati olanı olmayanı, sağcısı solcusu, Avrupalısı hatta etliye sütlüye dokunmayanı bile ne dershaneymiş arkadaş diyor. Üçüncü şahıstan bakınca, dini değerlere saygılı bir iktidara yine İslami referansları olan bir gruptan eşi benzeri görülmemiş bir atak gelmesi Türkiye’nin yapısı hakkında ciddi ipuçları veriyor aslında.
Ailem, camideki hacı abilerim, tecrübeli gazeteci dostlarım hülasa çevremin büyük bir kısmı her fırsatta sıklıkla ‘‘aman ha sakın bu topa girme’’ diye uyarılarına yeni yeni alışmışken gizlenmiş numaradan bir telefon geldi. Tanımadığım orta yaşlı bir beyefendi Gayet kibar bir üslupla önce Selamun Aleyküm dedi ve hal hatır sordu. Ardından İslam’ın son kalesi dershaneler başlıklı yazımda hoşlanmadığı kendi kelimesiyle ‘‘çok üzüldüğü’’ ayrıntıları söyleyip birebir şöyle şu cümleyle beni ‘‘uyardı’’.

-Biz sana beddua edersek, bedduamız adliye koridorlarında yankılanır!

İyi düşünülmüş çarpıcı ‘‘uyarı’’ dan sonra bu yazıyı yazmaya karar verdim. Şahsımın tehdit edilmesini ciddiye bile almıyorum. Birinci sebebi, cemaati tedirgin edecek çapta biri olmadığımın farkındayım, cemaatte farkında. Üstelik tehdit edilmeye müsait bir yapıda olmadığımı bilirler. Diğer bir yandan, bırak kaybedecek bir serveti, bir evim ve arabam bile yok. Benim ehliyetim yok mesela yani bir araba bile alma hevesim hiç olmadı. İhalelerim kritik sözleşmelerim, aksayacak bir işim yahut gerileyecek bir kariyerim de yok. Kredi borçlarım, vergi borçlarım, ev taksitim bekleyen davalarım, senetlerim, kasetlerim vs. derken herhangi bir köşeye sıkışmışlığım da yok.  Dolayısıyla benim gibi ‘baldırı çıplak’ bir adamı toplamda 4 gömleğinin üçünü elinden almayla tehdit etmek işe yaramaz. En fazla planlı ve altyapısı hazırlanmış bir iftirayla hapse girerim, bu da bana birikmiş kitapları okuma fırsatı ve tekâmül yolculuğunda Yusufiye izi kazandırır.

-Sakin olmanın bir yolunu bulmalıyız, çizgi altı istihbarat paketlerinin servis edildiği ‘taşıyıcı’ haspaların dışarı çıkartıldığı ve gerçek muhatapların alış verişe başladığı bir ortam için dua etmeliyiz derken gelen bu tehditle anladım ki bir miktar daha konuşmalıyız.

Uzun yıllardır statükonun bileşeni olan hizmet hareketinin güçlünün yanında olma geleneği vardır. Bu gelenekle AK Parti yakınlığını ‘salih omuz’ olarak okumamız belki de Müslümanların basiretsizliği iyi ihtimalle saflığı olabilir mi? Kendi adıma söylüyorum ben artık bu hatayı bir daha yapmayacağım.Askeriyede, Polis teşkilatında, Yargıda, Bürokraside, Mit ve diğer hassas kurumlarda hatta en önemli insanların yardımcısı yahut danışmanı olarak bürokraside ve yüksek öğretimde büyük bir ağımız var diyecekler herkesi korkutacaklar sonra da siyasal bir hareket değiliz hizmet için varız diyecekler. Bu çelişkiyi artık bu sadır taşımıyor.  

Tam bu noktada kritik bir parantez açmalıyız. Evlerde namaz kılan, ümmet için dua eden, İslam aleminde zamanın en naif evlatları hizmet erleriyle ile 267 kişilik yönetim kadrosunu ve onların emrindeki bin civarında Truva atını iyi ayırmamız gerekiyor. Tavsiyemdir, kimya bozmak ve psikolojilerini alt üst etmek istiyorsanız basit cümle bir kurmanız yeterli.

‘’Sizden korkmuyorum. Artık sizden kimse korkmuyor.’’

Bu bile tek başına sadece bir siyasal partinin değil de bütün ülkenin neyle karşı karşıya olduğunun açık göstergesidir aslında. İnsanlar İslami bir hizmet hareketinden korkuyorlar. Evet korkuyorlar. Tehdit eden gazetecileri var, peygamberin kıblesinden başlayıp sahabeye kadar sövebilen abileri var. Kasetini çıkartırız, belgeleri sızdırırız, bizim savcılara sizi aldırırız, emniyetteki adamlarımız sizi rahat bırakmaz gibi savrulan tehditler var. Sadece bu resme bakınca görüyoruz ki tedbir alınmakta geç kalınmış bile olabilir.

Daha derine inmeliyiz, köklerimizi her yere salmalıyız, biri çivi yetecek yere beş çivi, beş çivi yetecek yere on çivi çakmalıyız. Bağrımızda barınan kuşların, gölgemizdeki insanların hatırına daha da derinleşmeliyiz (Herkül/Fetullah Gülen 17 Kasım) diyor Hoca Efendi. Derin devlet yani kurtulmaya çalıştığımız, bütün Anadolu’nun iliğini kemiğini emen paralel devlet tarifini yapıyor.  Sonrada paralel devlete müsaade edilmez tepkilerine Gayretullaha dokunuyorsunuz diye hiç mesnedi ve şeri zemini olmayan hezeyanla kaşı çıkılıyor. Bu tezgâhı da bozarız Allah’ın izniyle. Gayretullaha dokunma, günaha girme, çarpılırsın, lanetimiz üzerine gelir diye teolojik bir faşizm almış başını gidiyor.

Bu dini argümanlarla sürekli Müslümanları köşeye sıkıştıran bu abilere bakınca da başka bir resim görüyoruz ama. Papanın eli öpülür, Hıristiyanlar cennete alınır, FBI dan tam izin alınır, 28 şubatta göstermelik bir iki ifadenin dışında Müslümanlara karşı açılmış savaşta er meydanının etrafından dolaşılır sonra mağdur Müslümanlar. Hoca Efendinin idamla yargılanma tiyatrosunu Yargıtay’ın bozmayı on saniyede onamasından anlamıyorsak Salih Mirzabeyoğlu’na, Yakup Köse’ye bakarak gerçek yargılamayla tiyatroyu mutlaka fark ederiz. ABD özerk kamu okulu niteliğindeki "charter" olma izni alacaklar 27 milyar dolarlık fondan beslenecekler. Nedense hep ya İngiliz sömürgesi yahut Amerika’nın atadığı başkanların ülkesinde hızla yükselecek sonrada Allah Rızası için İslami hareket diyecekler. Bunu da yutmuyorum artık. Korkudan mı, fitneden imtina edildiğinden mi bilinmez ama hiç konuşamadık bunları.
Ezandan Muhammed adı kaldırılarak diyalog çalışmaları yapılacak, ilmi siyaset pozlarıyla Vatikan’a selam verilecek, İslam’ın kuralları hakkında bunlar da çok sertmiş kardeşim diyerek kıvam ayarlarına cüret edilecek. İsrail’e saygın otorite olarak selam durulacak, Mavi Marmara’ya dil uzatılacak hepsinin sonunda abartılı ve ezber tevazu kalıplarıyla Afrikalıya  yamyam, Mısırlıya vahşi, Suriyeliye terörist ama biz İslami hareket değiliz insani hareketiz. İşte burası her hangi bir Müslümanı çileden çıkarmaya yeterde artar bile aslında.

Dershaneme dokunma yakarım diye kendi devletine savaş ilan etmiş gazete ve televizyon kanallarından, sosyal medyadan ağır bombardıman yapılınca, ne dershaneymiş arkadaş diye geçiriyor insan aklından. Haziranda dünyadan adam toplayıp Anadolu’yu dövmeye kalktılar olmadı. Şimdide işlerine her gelen münafığı baş tacı edip saldırmaya devam ediyorlar. Nurettin Vereni ciddiye almayı bilmiyor muydum ben? ODTÜ saldırılarında o örtülü kardeşlerimin öğrenci olmadığını orada hizmetin yurt pazarlaması yapıldığını asıl kavganın buradan çıktığını bilmiyor muydum ben? Sessiz kalmadım. İtidal çağrıları yapıp yarı tebessümlü biraz puslu bakışlarla kavga etmeyin demedim, aslan gibi o kardeşlerimizin yanında durdum. Yine dururum.

Sonuçlandırmadan önce bir ayrıntıyı sizinle paylaşmama müsaade edin. Kanal Türk ‘te vizyona girecek yerli komedi filminin tanıtımı yapılırken TV izleyen vatandaş yanımda arkadaşlarıyla konuşuyor.

- Bu filmde hükümete sataşma vardır kesin Fetullah Hoca bunların reklamını yaptığına göre.

Filmde hiç öyle bir şey yok aslında. Zaten kanal da Hoca Efendinin değil. Bu ayrıntıdan anlıyoruz ki, vatandaş için Hoca Efendi artık siyasi bir figürdür. Allah rızasıyla hizmet eden büyük abiler değil iktidardan pay isteyen ve her türlü ayak oyunu yapan iktidara talip siyasi bir organizasyondur. Bu açığa düşmenin yıpranmışlığı geri dönüşü olmayan bir yola sokmuştur hizmeti. Bu yıpranma tedavi edilemez.

Peki iktidara talip olmanın ne sakıncası var? Hiçbir sakıncası yok, ayıp değil, günah değil. Bunu sinsice, bir yerlere adam yerleştirerek, içerden ele geçirmeye çalışarak yapmak ayıp. Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase deyip daha derine inmeliyiz diye gizliden gizliye çalışmak ayıp. Üzerlerinde gömlek her ne ise onu çıkartıp siyaset gömleğini giyene kadar hizmetin üst kadrosu, normalleşen Türkiye de vesayet kurmaya çalışan derin bir organizasyon olacaktır benim gözümde. Ben oy verdiğim hükümetten buna yönelik siyasi ve güvenlik tedbirleri talep ediyorum. Devletin bütünlüğü ve istikrarı korunmalıdır. Gençler, aileler sabırla uyarılmalı ve yarı askeri yapıya karşı ümmeti Muhammedîn gözü açılmalıdır. Kasetlerimiz var, belgelerimiz var diye devleti tehdit eden kişileri yarım ağız inkar etme ile bu işlerden temize çıkılmaz. Devlet tehdit edilemez. Devleti tehdit eden her kim olursa olsun ibreti alem için bunun hesabını vermelidir.


‘’Sizden korkmuyorum. Çünkü artık sizden kimse korkmuyor.’’


15 Kasım 2013 Cuma

İslam’ın son kalesi Dershaneler.

Eğitime son darbe!
Hazırlık işi yapan dershaneler eğitimin bir parçası değildir. Dershaneler eğitim kurumu da değildir.
61 Hükümetin 61’ inde payı olduğu bir boşluğu fırsata dönüştüren ticari kurumlardır.
Dolayısıyla dershanelerle ilgili hiçbir düzenleme eğitim başlığı altında değerlendirilemez böyle yapılırsa ya cahillikten yahut hırstan kaynaklanan bir saptırma vardır.
Liseler ve Üniversiteler eğitim kurumudur. Çocukları buraya hazırlıyoruz bizde eğitimin bir parçasıyız denilmez. Okul açarak eğitimin parçası olunur. Hazırlığa gerek kalmayan bir sistemin kurulmasına destek olarak eğitimin bir parçası olunur. Oportünist bir stratejiyi Allah rızası ile örtmeye hatta hizmetle süslemeye çalışmak ayıca itikat tartışması gerektirir.

Fakir fukaranın çocukları ne yapacak?
Dershaneler ne yapmış ki zaten bu konuda daha önce?  Bundan sonra yapacaklar? Ben kardeşimin elini tutup dershane dershane dolaşmıştım. Maaşa denk gelen bir taksit ve biraz indirim istemiştim her kapıdan. O kurumların müdürleri gayet net tavır koymuştu. Paran yoksa dershane sana göre bir yer değildir.
Bedavaya hazırlık dersleri veriyorlar mı? HAYIR!
Yan fayda olan dershane asli ihtiyaç olan okullardan daha pahalı eğil mi? EVET!
Bu bir mantık hatası hatta bir ticari tuzak değil mi! EVET!
Parasını ödemediğiniz herhangi bir dershanede gözünüzün yaşınıza bakmazlar. Kimse kimseyi kandırmasın.

Oslo, KCK, PKK, Vatikan, İsrail ve karşılarında İslam’ın son kalesi Dershaneler.
Komplo çorbasıyla yapılan bu defans kendi içinde yüzden fazla yüz kızartıcı çelişkiyi barındırmaktadır. Benim derdim herhangi bir Müslümanı utandırmak olmadığı için yazmayacağım lakin ihtiyaç olursa tek sıralayabilirim.

Dershaneler hakkında düzenlemelerde hatalar, eksiklikler yanlışlar olabilir. Beşeri sistemlerin tamamen kusursuz olması yine aynı şekilde baştan aşağıya kusurlu olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Türkiye deki dershanelerin en fazla %15 hadi abartalım %20 sine sahip olan Fetullahçıların aşırı bir alınganlıkla bunu üzerine alınması aslında bir siyasi hamledir. Bu siyasi hamle ile kendini hedefteki mağdur gibi gösterme çabası "asla" diye inkar ettikleri siyaset hevesinden başka bir şey değildir. Altını çizelim bu hamle tamda siyasi bir hamledir, siyaset yapmaktır imtina edilen siyasete gırtlağa kadar bulaşmaktır. Siyaset yapmaya başladığınız andan itibaren gelecek siyasi tepkilere katlanmak zorundasınız artık. Geçmiş olsun!

Türkiye'yi hiç tanımayan birisi dün Fetullahçıların yazdığı mesajlara, açıklamalara, demeçlere ve TV programlarına bakarak şunu zannedebilir. ‘’Galiba Türkiye de camiler kapatılıyor.’’ Muhalif bir teolojik temelli ezoterik bir örgüt hep bir ağızdan şunları söylüyor; "Satılmış, Pkk ile ortak, İsrail’in talimatına uyan, Vatikan’ın gönlüne su serpen, Gayretullaha dokunan Başbakan" Üstelik bu Başbakan için "ya Kahhar ya Kahhar" diye toplu beddualara bile var. Buradan anladığımız şey Kur'an kursları ve camiler kapanıyor, başı örtülü kızlar okuldan atılıyor, namaz kılan akademisyenler, memurlar, bürokratlar fişleniyor, İmam Hatipler kapatılıyor bile olabilir. Bu kadar içli içli "Kahhar" çekildiğine göre öyledir değil mi? Aslında bunları ve daha beterlerini dönem dönem yaşadı bu ülke ve Tayyip Erdoğan için şimdi bunları söyleyenler o zamanlar hiç "Kahhar" çekmedikleri gibi üstüne sessizce beklediler. Küçük fırsatlarda İslam alemini hayal kırıklığına uğratan demeçler verdiler. Sonra unuttuk hepsini!

Ez cümle…
Çaresi var mı? Var tabi hem de onlarca. Örneğin okul açın mesela. Veliler hazırlık adıyla çöpe attıkları dershane parasıyla çocuklarını okutsunlar. Okul! İşte burada herkes geri adım atıyor. Niye biliyor musunuz? Okul işi eğitim çünkü. Dershane eğitim değil ki. Öğrenci sınavı kazanırsa bizim eserimiz kazanmazsa onun tembelliği pazarlaması üzerine kurulu bir ucubelik dershane. Sorumluluğu yok, dünya denkliği, sınavdan başka bir yerde işe yarar öğrettiği bir şey yok vs... derken en dibinde aslında gereği de olmayan ara bir pozisyon.

Okul öyle mi? Okul açın efendiler. Devlet diyor ki size ben öğrenci göndereceğim parasını da vereceğim. Hizmet mi dedi biri. Hizmet budur. 

Siyaset mi dedi biri. Hoş geldiniz dikkatli olun derim çünkü men dakka dukka.



     

2 Eylül 2013 Pazartesi

BOŞLUK ve SANAT


   Sanat çevresiyle ilişki kuran,  etkilenen ve değişen organik bir yapıdır. Bertolth Brecht’in dediği gibi, sanat gerçeği yansıtmanın ötesinde, gerçeğe bizzat kendi şeklini veren bir çekiçse eğer; Sanatsal ürünlerin toplumla olan ilişkileri uzun ve karmaşık bir yol demektir. Bu yaklaşımla anlarız ki sanat ortaya koyduğu öz şeklini yine bulunduğu çevresinden edinmiştir. İlk bakışta sanatın ilericiliğini reddediyormuş gibi görünen bu düşünce aslında geniş bağlamda ilericiliği bağımsız münferit aksiyonlar olarak kabul etmeyip topyekûn bir hareket olduğunu ifade etmektedir. Sanatsal ürün, çok boyutlu zaman içinde, imgelemi kendine bir yol kabul ederek hareket eder. Yolculuğu sırasında, bulunduğu zaman diliminin birikimlerini, korkularını, kaygılarını, acılarını ve hazlarını kullanarak, kalıcı ve ya geçici yeni değerler kazanabilir. Yeni değerler kazanma özelliğini en çokta nesnelerin algı üzerindeki etikleri, nesneyle ilişki kuran birey tarafındaki faktörler nedeniyle değişiklik sergilemesinden dolayı görsel sanatlarda gözlemleriz.

   Van Kalesinin 6 km. güneyinde, Tilki tepe höyüğünde, prehistorik dönemden kalma bir mağara oyması, bir Selçuklu komutanı için; tehlikeleri haber veren ilahi bir işaret anlamına gelirken, turla gezmeye gelmiş bir turist için çağlar öncesinin romantizmi hakkında bilgi veren bir oyma sanatıdır. Höyük içinde en çok dikkat çeken bölümler resimlerin ve oymaların olduğu yerlerin aksine, çıkarılmış ve silinmiş bölümlerin olduğu boş yerledir. 

   Sanatın uzun ve karmaşık yolculuğunun dönemlerinden birisi olan ‘boşluk’, yirminci asırda tanımlanmasından sonra yeniden fark edilmiştir. İlerleyen dönem içinde boşluğun kendisi bir sanat eseri olarak kabul görmüş ve pozitif anlamları hatırlanmış yenileri eklenmiştir.
Sanat eseri olarak boşluğunda toplumla ilişkisi, boşluğu anlama ve adlandırma çalışmaları içinden her geçen gün yeni değerler kazanmaktadır. Sanat eserlerinin uzun ve karmaşık yolu içinde boşluk bir yolculuk dönemi midir yoksa kendisi de bir eser midir sorusunun cevabı sanatla ilişki kuran bireyin dönemi ve birikimine göre değişebilir. Bu günü merkez kabul ettiğimiz bir anlamlandırma dairesi içinden boşluk bir sanat eserdir.

   Varlık kavramı ve nesne insan ilişkileri bebeklik döneminin 8. ay civarlarında başlar. Bebekler gördükleri ve alıştıkları nesneleri takip ederler ve arama eğilimine girerler. Diğer bir yandan nesnelerin fiziksel varlığına olan alışkanlık duyarsızlığa yol açar. Nesne kaybolduğunda nesneyi arama ve ya varlığını devam ettirme eğilimi insanın bebeklik döneminde başlar ve devam eder. Yaşadığımız sokakta bir bina, yıkıldığında ortaya çıkan boşluk binanın varlığına alışmış insanları tedirgin eder. Varlığı devam ettirmeye çalışmak ve hayal kurmak ortak bir eğilimdir. Sanat eseri olarak kabul ettiğimiz boşluğun etkisi, yerle olan ilişkisindeki nesne sürekliliği eğilimiyle sınırlı değildir tabi ki. Ancak duygusal tetik açsından nesnel devamlılık isteği boşluğun kendi başına bir sanat eseri olma yolculuğunun başı kabul edilebilir.

   Çalınınca Mona Lisa tablosundan artakalan boşluk sosyolojik ve psikolojik açıdan tetik olmuştur. Örneğin;  Daha önce tabloyu fark etmemiş insanlar merak tetiği ile yeniden duyarlılık kazanıp çalınan tablonun aslı olduğu yeri görmeye başlamışladır.  Kendilerinin fark etmediği ama çalınacak kadar değerli olan nedir sorusu müzede tablonun duvardaki izini bir sanat eserine dönüştürmüştür? Duvardaki boşluk, ziyaretçilerin ve olayı duyanların hayal dünyalarında kurguları tetiklemiştir.

   Bu aşama bir sanat eseri olarak boşluk üretilir mi yoksa var olan boşluk dönüştürülerek kullanılır mı sorusu ilk defa 12.yy da sorulmaya başlanmıştır. Boşluğu bir sanat eseri olarak üretebilmek için bir nesnenin varlığını sonlandırmak yahut yerini değiştirmenin dışında başka yöntemlerde denenmiştir. Özellikle gerçeküstü sanat akımında leke dengesi içinde anormal karışıklıklar veya üç boyutlu olarak kurgulanmış doluluklar içinde devamlılığa ters boşluklarda yaratılmıştır. Bu sayede zıttı ile var olan nesnelere dikkat çekilmiş daha yakından izlenmeleri sağlanmıştır. Edward Hopper 1961 yılında bir konferansta ‘Resimle ilgili bildiklerimi ve baskı altına alan şoven öğretileri unutabilip yeniden başlayacak olsaydım sadece boşluğu çizmeye çalışırdım. Çünkü ideoloji gibi dar bir açıdan evreni anlamaya ve adlandırmaya çalışma aptallıklarıyla kurulmuş sanat kuleleri ancak boşlukla yıkılabilir’ derken boşluğu bir tavır olarak ele alması ve tek başına bir pozitif varlık kabul etmesi Avrupa sanatının dikkatini boşluğa vermesine sebep olmuştur. Sıkışık ve zor akan araç trafiğinin genel resminde bir arabalık boş yerin göründüğü fotoğraf karesi bu anlamda sanat eseri gibi değerlendirilirken az önce çektirdiğimiz dişimizin ağzımızda oluşturduğu boşluk sanat olarak kabul edilemez.

   Boşluğu önemsemek hatta sanat eserine konu etmenin ötesine geçip bizzat eserin kendisi haline getirme arayışları 20. yy kaşıdığı bir sanatsal problem gibi görünse de aslında ilk defa 12.yy da İşrakiler tarafından da ele alınmıştır. Endülüslü İbn-i Tüfeyl o dönemde bakış ve algıyla var edilme düşüncesine karşı reddiye yapmak için boşluğu işaret etmiş ‘boşluk yokluk değil bizatihi varlığın kendisi, hatta estetiğin nihai halidir. Öyle ise sen var etme aşkıyla bakıp boşluğu nasıl halk edeceksin’ demiştir.

   Sanat ve İnsan ilişkisinde çağlar boyu devam eden yolculukta kat edilen mesafe bu günden bakıldığında üçüncü merhalesini tamamlamış dördüncü mertebesini aramaya başlamıştır artık. Birinci olarak Sanatı, sanatçısına göre değerlendiren ilkel sanat algısı bir süre sonra, sanatçıyı devre dışı bırakıp yalnızca sanatla ilgilenen ikinci aşamaya geçmiştir. Nihayet gelinen üçüncü aşama ile hem sanatçıyı hem de sanat eserini bir kenara bırakıp sadece sanatla ilişkisi olan insanı ve onun algısını değerlendirme yoluna gitmiştir. Artık dördüncü mertebesini aramaya başlayan sanat yolculuğu, en yakın ihtimalle Boşluğu mekan edecek gibi görünmektedir. Bir sanat eseri için olmasaydı ortaya nasıl bir boşluk çıkardı sorusunun kendisi bir sanat eseri olmasa bile bu sorunun cevabını vermeye çalışan üretimlerin sanat olacağı kesindir. Bu meyanda boşluk tek başına pozitif bir değer ifade eden sanatsal bir üründür ve her varlık kendisi içinde bulunduğu boşluk üzere var eder önermesi ispatlanmak üzere gök kubbeye salıverilebilir. İnsanlık mekan ve zamanın kısıtlayıcı lığından kurtulmayı başarabilecekse eğer, bu boşluğun doğru tanımlaması ile olacak ve şüphesiz bunu başlatan sanat olacaktır.

Erem Şentürk / Ağustos 2013

İlk yayın Deve Dergisi / Ağustos 2013

22 Mart 2011 Salı

NÜKLEER SANTRALE NEDEN EVET?

Önce birkaç soru cevapla başlayalım.
1: Dünyada kaç ülkede ticari elektrik amaçlı nükleer santral var?35
2: Hangi ülkelerde nükleer santral var.(AFRİKA)01.Güney Afrika Cumhuriyeti
(ASYA)02.Çin
03.Ermenistan
04.Güney Kore
05.Hindistan
06.İran
07.Japonya
08.Kazakistan
09.Kuzey Kore
10.Pakistan
11.Tayvan
(AVRUPA)12.Almanya
13.Belçika
14.İngilitere
15.Bulgaristan
16.Çek Cumhuriyeti
17.Finlandiya
18.Fransa
19.Hollanda
20.İsveç
21.İsviçre
22.İspanya
23.İtalya
24.Litvanya
25.Macaristan
26.Romanya
27.Rusya
28.Slovakya
29.Slovenya
30.Ukrayna
(AMERİKA)31.ABD
32.Kanada
33.Meksika
34.Arjantin
35.Brezilya
Her ülkede kaçar tane var? Güçleri ve sınıfları nedir gibi detaylı bilgiler için:http://tr.wikipedia.org/wiki/Dünyadaki_nükleer_santraller_listesi


2010 yılı verilerine göre dünyada şu anda aktif olarak 510 adet reaktör, 251 adet nükleer santral sivil amaçlar için enerji üretmektedir. Askeri, özel deneyler, araştırma, gemi, denizaltı, yakın uzay istasyonları, uzak uzay araştırmaları, uydu teknolojileri ve sağlık hizmetleri içinse ayrıca 400 ün üzerinde nükleer araştırma tesisleri ve reaktörleri çalışmaktadır.Kaynak : http://www.iaea.org/
Ortaya çıkan bu tabloya bakarak bile nükleer santral yapmak konusunda tartışmak yerine geç kaldığımız için hayıflanmamız lazım. Peki Türkiye neyi tartışıyor, neden tartışıyor hatta daha önemlisi neden tartıştırılıyor?Nükleer santrallere karşı çıkanların söylediklerine bakalım önce. Bu arada dikkat edelim karşı çıkanların hiç biri bilim adamı değil. Hepsi ya gazeteci, ya çevreci yahut ideolojik bir kanaat önderi.
Karşı olanların ilk söyledikleri, hep söyledikleri gibi çevre.

En çok konuşulan kuş katili olarak bilinen rüzgar gülleri. Göçmen kuşların ani ölümlerine sebep olan, hatta uluslar arası verilere göre son on yılda iki farklı kuş türünün soyunun tükenmesine resmen sebep olan bu rüzgar gülleri çevrecilerin adete gülü. Türkiye coğrafyası rüzgar ile elektrik üretmeye uygun değildir. Diyelim ki uygun ve her yeri bu kuş katili pervanelerle donattık. Ortaya çıkan enerji ihtiyacımız %0.8 i. Harcanan para en iyi ihtimalle kendisini 700 yılda amorti ediyor.
Fosil yakıt kullanan termik santraller ve hidroelektrik santrallerine baktığımızda, kuşların ölmesinden daha büyük bir felaketle karşılaşıyoruz. Bu santrallerin bacalarından karbon monoksit (CO) ve karbondioksit (CO2) yayılıyor. Bu iki gaz da hem sağlık için hem de küresel ısınma açısından son derece tehlikeli gazlardır. Ayrıca bu santrallerden çıkan atıklar, küller ve gazların içinde bol miktarda kükürt, azot ve karbon vardır. Bu santraller aynı miktarda enerjiyi üretmek için bir nükleer santralin tam 4.000 katı radyasyonu doğaya salmaktadırlar. Geri dönüşümü imkansızdır.
Güneş enerjisi. Bu en ucuz ve en sağlıklı enerjidir. Ancak Türkiye yüz ölçümünün yarsını bu panellerle kaplasak bile, bırakın potansiyel ihtiyacı şu andaki mevcut tüketimimizin ancak %4 ünü karşılayabiliyoruz. Bu arada ülkenin yarsını güneş paneli ile kapladık. Hanelerde destek amaçlı kullanılması özellikle sıcak su için tavsiye edilen ve dünyada kullanılan sistemdir.
Nükleer santral meselesi Türkiye'nin nükleer enerjiyle tanışması demektir. Batı için rahatsız edici taraf budur. Avrupa ülkelerinde yüzlercesi aktif olarak çalışmaktadır. Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya da şu anda aktif olarak çalışanlarının yanında inşaatı süren santraller vardır. Bu gün bizi AB ye şikayet eden Yunanistan mesela. Kriz olmadan önce AB den nükleer program desteği ve fon talep etmişti. Birleşik krallık Yunanistan'ın acilen nükleer santral kurması için demeçler vermişti. Biz yapınca mı çevreye zararlı ve tehlikeli oldu bu santraller. Fransa ihtiyacının %80 nine yakınını nükleer enerjiden elde diyor. Nükleer silahlar yapıyor. Adalarda nükleer deneyler yapıyor. Ayrıca, 2 adet santral inşaatına devam ediyor. Ama sıra Türkiye’ye gelince siz yapmayın. Niye? Çevreye zararı olabilir.
Bu gün bu santrale karşı çıkanlar yıllar önce boğaz köprüsüne de karşı çıkmışlar. Türkiye'nin önünü açacak, gelişmesini ve kalkınmasını sağlayacak, dünya ile rekabet edecek hale getirecek her türlü gelişmeye karşı çıkılmış. Bahaneleri hep aynı Çevre.
Türkiye'nin nükleer santrale hatta santrallere ihtiyacı var. Çünkü nükleer enerjiye ihtiyacı var. Global savunma, uzay araştırmaları ve kendi uydumuzu yapabilmemiz için bu teknolojiyle tanışmamız gerekiyor. Aynı Güney gibi Kore gibi mesela. İlk santralini 1978 de ABD den almış. İkincisini Kanada dan lisans alarak yapmış. Şimdi kendi santrallerini kendisi inşa ediyor.

İngiltere neden karşı çıkıyor Türkiye'nin nükleer santral yapmasına? Çünkü bizden kömür diye aldığı uranyumları artık kendimiz kullanmaya başlayacağız. Çünkü kendi enerjisini üreten güçlü bir ülke olacağız. Çünkü nükleer teknolojiyle tanışacağız. Çünkü Avrupa ya yılda ödediğimiz 60 milyar doları ödemeyeceğiz.
Doğal uranyum bakımından dünyanın en zengin ülkelerinden biriyiz. Prof. Dr. Ahmet 

Bayülken’in dediği gibi doğal uranyum kullanan bir santral yapmalıyız. Avrupa'nın çevrecilik üzerinden yaptığı provokasyonlara inanmadan kendi enerjisini kendi üreten bir ülke olmalıyız. İlk santralimiz anahtar teslim almalıyız. Ama sonrakileri kendimiz yapabiliriz.

Ya deprem olursa?Prof.Dr. Altuğ Şişman'a kulak vermeliyiz. Diyor ki doğru analizle depremden zarar görmeyecek ve sızıntıyı imkansız hale getirecek santral yapmak mümkün. Konun uzmanı bir hoca bu yönde beyanat verirken, köşesinden ahkam kesen kronik muhalif gazetecilere göre ise mümkün değil. İdeoloji denen deli gömleğini giymiş bu her şeye karşı olan korku imparatorluğunda oturan sakinlerine göre hiçbir şey yapmamalıyız.

Köprülere, barajlara, fabrikalara, santrallere, ağır sanayiye ve yani sözün özü bütün icraatları çevreyi bahane ederek engellemeye çalışan bu konformizm miskinlerin asıl derdi nedir? Türkiye’de bir kesim neden sürekli gelişmelere karşı çıkar?